4 Ağustos 2010 Çarşamba

En iğrendiğim tanrısın sen,


Hep hırgür, kavga, savaş işin gücün

Ele avuca sığmaz huysuzluğun, biliyorum,

Anandan gelme sana, Hera'dan...

Homeros



Patlak dudağından ağzına sızan kan, ağzının içinde diğer vücut sıvılarıyla karışmış, havayla temas edince iyice koyulaşmıştı. Şimdi de beyaz gömleğinin yakasına damlamakla damlamamak arasında gidip geliyordu. Elinin tersiyle, yüzünün her yerinden sızan, artık kan olmaktan çıkmış acayip sıvıyı silmek için, müthiş bir istek duydu içinde Hikmet. Ama ne yazık ki elleri arkasından bağlanmıştı. Oturtulduğu sandalye koltuk karışımı şeyi gıcırdatarak hareket edince hissettiği acıdan, omzunun yerinden çıkmış, kolunun da bilek kısmının az üzerinden kırılmış olduğunu anladı. Bu kırık ve çıkık, hasar raporuna bu sabah işlenmiş olmalıydı. Dünkü seansta, bütün parmaklarının teker teker kırılışını izlemişti. İlk üç parmaktan sonra, çekiç sanki başkasının parmaklarının üzerine inip kalkıyormuş, kendiside bu olaya seyirci oluyormuş gibi gelmişti ona. Birden hiç acı hissetmemesine şaşırdı Hikmet

''ulan insan her şeye alışıyor be...!''

Diye geçirdi içinden. Göz kapağında oluşan içi kan dolu devasa torbadan dolayı, Sağ gözü üç gün önce kapanmıştı. Sol gözünü hafifçe araladı. Önce hafif bulanık, sonra yavaş yavaş netleşen görüşüyle etrafına bakındı. En son bayıldığından bu yana, manzarada pek değişiklik olmamıştı. Hala aynı depomsu, metruk, bodrum katı olduğunu sandığı yerdeydi.

Ares, sandalyede bağlı ölümle yaşam arasındaki ince çizgide cambazlık yapan zavallı Hikmet'e boka bakar gibi baktı. Dört gündür oynadığı bu oyun artık kabak tadı vermeye başlamıştı. İnsan denen bu zavallı yaratıklar, savaş ve karışıklık konusunda ustalık kazandıkları için, uzun zamandır içindeki kan isteğini böyle küçük oyunlarla bastırmaya çalışıyordu. Ama derinlerde bir yerde, o uğruna büyük kıyımların yapıldığı eski güzel günlere özlem duymaktan kendini alamıyordu. Eskinin azametli savaş tanrısı, sandalyede yığılı duran, Hikmet adındaki et yığınına bakarken, tiksinmeyle kırışık küçükte olsa bir hayranlık hissetti. Yok olmanın eşiğindeki bu zavallı faninin hiçliğin eşiğindeyken bu kayıtsızlığı, neredeyse saygısını kazanmak üzereydi. Tanrı tayfası öylemiydi ya... Kendini ve diğerlerini düşündü. Yok olmamak için her türlü puştluğu yapardı tanrılar. Bin türlü entrika, bin türlü yalan dolan. Ne için? Artık hiçbir boka yaramayan zavallı varlıklarını sürdürebilmek için. Yine de tiksiniyordu insanlardan. Babası Zeus'un, öz oğlu olan kendisini açıkça lanetlerken, insanları bu kadar sevmesinden hep nefret etmişti.

Efkârlandı savaş tanrısı. Ne var, tanrılar efkârlanamazımıydı yani. Yanında, siyah takım elbisesiyle hareketsiz ayakta duran sadık adamı İlyas’a yalandan bir şefkatle baktı.

''Bağla bakalım bi cıgara''

Dedi gülümseyerek. Bir İlyas'ı severdi bu boktan yaratıkların arasında. Ya da sever gibi yapardı. Öyle ya, tanrı dediğin kendisinden başka kimseyi sevmemeliydi. İlyas, görev bilinciyle iç cebinden bir uzun marlboro paketi çıkardı, içinden bir dal sigara takdim etti ağbisine. Ares abisinin gerçek adını bilmezdi İlyas. Önemlide değildi zaten. Bu alemde Yiğit namıyla var olurdu. Ares abisinin gerçek adının Ares olduğunu bilseydi İlyas, bunu da önemsemezdi zaten. İsimlerin pek önemi yoktu İlyas için. Mesela, Hikmet isminin hiç bir önemi yoktu. Kimi neden dövdüğünü ya da kimi neden vurduğunu bilmezdi İlyas. Sonu ''lavuk'' la biten sıfat tamlamalarıydı onun için bütün bu adamlar. Sandalye deki, kır saçlı, beyaz gömlekli, haddinden fazla delikanlı çıkan ''lavuk''a baktı. Ares, İlyas'ın gözündeki acıma ifadesini fark etmekte gecikmedi. Savaş tanrısı, gayriihtiyarî adamının baktığı yere çevirdi bakışlarını. Tam bu sırada, iki adamın da kendisine baktığını hisseden Hikmet, ilk kez konuşma ihtiyacı hissetti. Bütün gücünü toplayarak, zorla konuşabildi.

''Aga... Niye dövüyosunuz bilmiyorum. Kimsiniz...bilmiyorum. Dört gündür bişey sormadınız bişey istemediniz... her gün, ya bugün ölürüm, ya bırakırlar dedim namusumla sopa yedim. Ama insafınızı sikiim yeter artık yaa... ya atın beni devlet hastanesinin kapısına yada öldürün bitsin amına koyiim... Ne biçim insansınız siz...''

Kendisi de şaşırdı bu kadar uzun konuşabilmesine. Ares'in gözünden çıkan ateşi görünce, ''keşke bu kadar küfürlü konuşmasaydım'' diye düşünmekten alamadı kendini.

Ares, sigaradan son bir nefes çekti, yavaşça yere attı sonra özenle ayağıyla söndürdü sigarayı. Üzerindeki siyah gömleğin yakalarını düzeltti, İlyas'a baktı. Tekrar aynı yalandan şefkat ifadesiyle gülümsedi. Sonra olduğu yerden öyle bir süratle sıçradı ki, Arse'in buna benzer kimi şovlarına alışık olan İlyas bile şaşırdı. Bir süre, avının üzerine atılan bir kartal gibi havada asılı kaldı sanki. Hikmet, Matrix filmini izlemiş olsa bu sahneyi çok net hatırlardı. Ama Hikmet sinemaya pek meraklı değildi. Tam bu sırada, Ares'in iki bileğinden, sustası kendinden ve Olimpos çeliğinden iki kısa kılıç çıkıverdi. Göz açıp kapayana kadar Ares, Hikmet'in bağlı olduğu iskemlenin kolçaklarına konmuştu bile. Bileklerinden çıkan kılıçları, tam hikmetin gırtlağında çapraz kesiş pozisyonuna getirmiş, burnu neredeyse Hikmetin burnuna değmek üzere olduğu halde nefretle tısladı.

''Ne insanı lan. Sen benle taşşakmı geçiyosun?''

Hikmet dudaklarından dökülen o anlamlı kelimeye mani olamadı.

''hassiktir...''

Çok kısa süren sessizliği İlyas'ın davudi sesi bozdu.

''Abi, arkadaş sıçtı.''

Ares, bir insanoğlunun yüreğine korku salmanın hazzıyla tekrar tısladı.

''Sıçacak tabi İlyas'ım. Bize misafir olup korkudan sıçmayana rastladın mı?''

''Yok abi... gerçek anlamda sıçtı arkadaş. Oradan inerken ayakkabıya dikkat et bulaşmasın diye söyledim.''

Ares, kokuyu almıştı. Tiksintisi o kadar artmıştı ki bu insan denen yaratığa, babasının bu aciz varlıklara duyduğu sevgiyi anlamakta her zamankinden daha çok zorlanıyordu. Parmağıyla Hikmet'in patlak dudağına bastırdı.

''Bu sefer umutlanmıştım biliyor musun?''

Dedi acımayla karışık ve yavşakça dalga geçer bir ifadeyle.

''Neredeyse, tanrı kanı taşımayan basit sıradan bir insanın cesaretine ve dayanıklılığına saygı duymak üzereydim. Biraz daha tutabilseydin çeneni seni serbest bırakmayı bile düşünebilirdim. Yazık.''

Ares'in bileklerinden çıkan kılıçlar, çıktıkları gibi bir anda yerlerine girdiler. Ares yerdeki boka basmamak için özen göstererek dikkatlice indi tünediği yerden. Ellerini silkeledi. Yüzündeki tiksinme ifadesi birkaç yüzyıl öyle kalacak gibiydi adeta.

''Delikanlı arıyorum, delikanlı...''

Dedi içten içe umutsuzluğu büyüyen savaş tanrısı Ares.

''Nedenini, niçin ini bilmeden sadece savaşmak için savaşacak ve sadece tanrılar istediği için ölecek,ölümün karşısında dimdik durup kendini kucaklamasını zevkle seyredecek,Hades'in krallığına onuruyla girecek taşşaklı bir delikanlı arıyorum.''

diye haykırdı elinde olmadan. Kısa süren sessizlikte kendini çok yalnız hissetti eski zamanın güçlü tanrısı. Bu sefer sessizliği cep telefonuna gelen mesajı bildiren melodi bozdu. Mehteran bölüğünün hücum marşı ayarlanmıştı yukarıdan gelen mesajları bildirmek üzere. Ares'in yüzündeki ifade, tiksinmeden merak ifadesine dönüştü yumuşak bir geçişle. Yukarıdan pek mesaj gelmezdi öyle pek. Gelirse de hayra alamet olmazdı. İlyas büyük bir saygıyla çıkardı iç cebinden ''abi'' sinin telefonunu.

''Abi sizin telefon... Mesaj diyo...''

Ares, parmaklarıyla ''getir bakalım '' gibisinden bir işaret yaptı. Telefon'un ekranın da gizli numaradan bir mesaj geldiğine dair bir uyarı vardı. Sakince telefona mesajı açması için komut verdi. Sadece rakamla bir yazıyordu ekranda. Telefon, anında kırmızı renkli bir alevle buharlaştı. Ares, Hikmete doğru yarım dönerek, omzunun üzerinden şöyle bir baktı.

''Var mı öyle bir delikanlı Hikmet...?''

Hikmet, artık hem mecaz anlamda hem de gerçek anlamda sıçmış olmanın verdiği rahatlıkla son giderini yaptı savaş tanrısı olduğunu bilmediği savaş tanrısına.

''Son delikanlılar Çanakkale de öldü aga...''

Ares'in hoşuna gitti bu laf. Truva’yı hatırladı. En büyük eseriydi efsanevi savaş. Ironikti evet ama o coğrafyanın son delikanlılara karşı bir gıcığı olmalıydı.

Duvara yaslanmış duran tesisat burusuna takıldı gözü. Ebatları eski zamanlarda kullandığı mızrakla neredeyse aynıydı. Bu son gider'i yapan delikanlı Hikmet, eski zamanın en delikanlılarından Hektor gibi ölmeyi hak etmişti en azından. Bir sıçrayışta kaptı boruyu dayalı durduğu duvardan. Sonra şiir gibi bir dönüşle, tek adımda Hikmet'e giden yolu yarıladı Ares. Son bir sıçrayışla Hikmet'in üzerinden geçerken yıldırım gibi saplayıverdi boruyu köprücük kemiğinin boynuyla birleştiği oyuktan. Boru, önce Hikmeti delip geçti boylu boyunca sonra sandalyeyi parçalayıp yere saplandı. Öylece kaldı içinden boru geçen Hikmet. Hikmet Truva filmini seyretmiş olsa bu sahneyi çok net hatırlardı. Ama dedik ya sinemaya pek meraklı sayılmazdı.

-----*-----

1 yorum: