18 Eylül 2010 Cumartesi

Ares’in sakin adımlarıyla titredi


Asırlardır şöyle tadında bir tragedya izlememiş

Tiyatronun yorgun, aşınmış taşları.

Herkül’ün sureti gibi yanı başında dikilen yoldaşı ‘’İlyas’’,

Kartalları kıskandıracak keskinlikte gözlerini,

Yorgun taşların üzerinde şöyle bir gezdirdiğinde

Tanımadı Ares’in biricik aşkı Afrodit’i.

O sebepten anlamadı efendisinin neden taş kestiğini.

Güzelliği dillere destan Afrodit.

Hera’yı kıskandıran, Athena’yı çileden çıkaran

Yaratıldığı günden bu yana güzelliğiyle cezalandırılmış

Bahtsız(!) tanrıça Afrodit.

Tanrıların en çirkini Hephaistos’un karısı…

O da sevmişti Ares’i en az Ares’in o nu sevdiği kadar.

Ancak birlikte yazılmamıştı kaderleri

Ve insanlar gibi kaderlerini kendileri yazamazdı tanrılar

Buydu ölümsüzlüğün asıl diyeti.

Anlamakta gecikmedi Ares

Afrodit’in bu ıssız yere kendisiyle aynı sebepten geldiğini

Ne lanetli bir sebepti iki aşığı asırlar sonra

Bu yerde buluşturan. Ne mutlu bir sebepti.

Afrodit, basamakları ağır ağır inerken

Gözlerini bir an ayırmadı Ares’in aşk dolu gözlerinden

Bütün kâinat sessizleşti bu muhteşem anın karşısında

İşte bakın, bütün evren adeta saygı duruşunda.

Tam da ‘’ bitti artık binlerce yıllık hasret’’ diye düşünürken Ares,

Alaycı bir ses yankılandı antik tiyatronun akustiğinde

‘’Ne kadar da dokunaklı bir piyes…’’

Sesin geldiği yöne baktılar hepsi birden.

Orta bölümün ortasındaki dehliz girişinden,

Beliriverdi yer altının efendisi Hades.

Ve arkasında, zehirli güzelliğiyle sadık karısı Persephone

Karanlık tanrıçanın yüzünde her zamanki ciddiyet,

Hades’in yüzündeyse alaycı bir gülümseme.

Ares’in sadık yoldaşı İlyas, tanımadı tabii ki yeraltının efendisini.

Ancak, ölümün kokusu o kadar yoğundu ki

Silahına davranmaktan alamadı kendini.

Ve efendisinin bir hareketiyle çakılıp kaldı olduğu yere.

Ah bir bilseydi ölümün efendisini, ölümle tehdit ettiğini…

Kendi bile gülerdi şu haline.

‘’Sözü fazla uzatmak değil niyetim’’ dedi Hades,

‘’Sizi buraya çağıran benim. Belki lanetli ve acıklı kaderinize…

Kaderimize karşı çıkmak için bir fırsat doğdu ufukta.

Bunu bilin istedim.

Sizi hiçbir şey için zorlayamam,

Ama bilin ki size gülenlerden intikam almak artık bir hayal değil.’’

‘’ Hangi cesaret…’’ diye haykırdı Ares dişlerini sıkarak,

‘’ Hangi lanetli kibir çıkardı seni, asırlardır saklandığın solucanların yurdundan?’’

Önce kaşları çatıldı Hades’in, sonra bir an acıyarak baktı,

Soylu tanrı kanı, damarlarında ateş olup akan savaş tanrısına.

İşte bu öfkeydi Hades’in planını başarıya taşıyacak olan.

‘’Saklanan ben olmadım hiçbir zaman,

Sizdiniz soylu kanınızı unutup

Bu zavallı mahlûkların arasında saklanan’’

Afrodit’in sesi duyuldu bu iki öfkeli tanrıya inat gibi bir sükûnetle

‘’Sanki başka şansımız varmış ve biz kullanmamışız gibi…

Elimizde olmayan şeyler yüzünden bizleri yargılamak neden?

Sadece biz miyiz yüce babamızın buyruğuna uymak zorunda olan?

Ya diğerleri… Onlar neredeler? Onlar neden işitmiyorlar bu hakaretleri?’’

Dedi ve sustu Afrodit. Bir daha hiç konuşmayacakmış gibi,

Arkasını döndü. İki adım attı.’’ Kışkırtmak için bizi mi seçtin?

Şehvetten sabıkalı iki zavallı tanrı müsvettesi.’’

Gül goncası dudaklarından son dökülen kelimeleri

Sadece kendisi duyabildi güzel tanrıça.

Bu kez Persephone’nin yüzüne bir gülümseme oturdu

Belli belirsiz, intikam kokan bir gülümseme.

Olanlardan hiçbir şey anlamayan İlyas, zavallı İlyas

Sınırsız sadakatle bağlı olduğu Ares in gözlerine bakarak

Dişlerinin arasından tısladı

‘’ Abi durum nedir çözemedim ama yol ver sıkayım iki tane şu ite’’

Ares ayırmadı gözlerini Hades’den ve cevap verdi yoldaşına

‘’Sıkıntı yok İlyas, rahat ol. Kurşun işlemez bu ite.

Ben anlarım onun dilinden’’

İlk günden beri böyle olmuştu hep

Kocaman mutlu bir aile olmak varken

Hepsi nefret etmişti birbirlerinden

Kimi zaman aleni

Kimi zaman gizliden

Kimin egosu daha büyük kavgası

Bir yılan hikâyesi, bir kör düğüm

Daha kendileri anlayamadan varlık nedenlerini

Bir varlık mücadelesi ölümüne, gizli saklı, derinden.

Persephone çevirdi ateş saçan gözlerini Ares’e

Yüzünde donup kalan gülümseme

Silindi yavaşça ve dönüştü amansız bir nefrete

‘’ Bir fırsat veriliyor size…’’ diye başladı söze

‘’Uzun zaman önce katlanmak zorunda kaldığınız aşağılanmanın intikamını

Sizi aşağılayanlardan alın diye

Daha beklemeden sözün sonunu karşı koymak neden?’’

Afrodit aniden döndürdü başını konuşanlara doğru

‘’ Şimdiye kadar neredeydi aklınız

Birden bire bu düşünceli haller, bize acımanız niye?

Kıskıvrak takıldığımız ağın içinde atıldığımızda Olimpos ahalisinin önüne

Sizler de oradaydınız, gülüyordunuz sizde biz iki zavallı aşığın haline.’’

‘’ Hiçbir zaman onaylamadım size verilen bu onur kırıcı cezayı…’’

Diye yumuşatmaya çalıştı Hades ortamı.

‘’ Bildiğimiz ya da bilmediğimiz binlerce gönül macerasından sabıkalı

Tanrıların en yücesi (!) Zeus’un size reva gördüğü en acısıydı şüphesiz.

Ama anlayın, karşı koyamazdık hiç birimiz.

Şimdiyse durum değişti. Artık bir şansımız var.

Bir çare bulundu, eski onurlu günlerimize dönmemiz için.

Yaşamak zorunda bırakıldığımız deliklerden başımızı çıkarma vakti geldi.’’

O lanetli günü hatırlamış

Başını aynı utançla önüne eğmişti Ares.

Hissettiği acı o kadar tazeydi ki

Sanki üzerinden binlerce yıl geçmemiş,

Daha dün yaşanmıştı her şey.

Hephaistos, Afrodit’in kocası,

Olimpos un bütün sütunlarını yapan

Bütün saraylarının tek mimarı

Zeus’un yıldırımlarını bile Olimpos çeliğinden döven

Tanrıların en ustası.

Konuşturmuştu yine ustalığını

Kıskıvrak yakalayıvermişti

Yaptığı sihirli ağla karısını ve aşığını.

Hemen çıkartıp Olimpos’un zirvesine

Atı vermişti tekmil tanrıların önüne iki zavallıyı

‘’Görün işte …’ demişti

‘’ Görün çocuklarınızı. Biri kıçımın savaş tanrısı

Öteki, aşkın ve güzelliğin tanrıçası.

Biri savaşmaktan aciz,

Ötekinin güzelliği sadece içinin karanlığını gizleyen

Yalan bir perde.’’

Binlerce yıllık taptaze bir anının utancıyla ürperdi Ares

Binlerce yıllık taptaze bir anının utancıyla başını öne eğdi Afrodit.

İstediği etkiyi yaratmıştı Hades

Birbirlerine baktılar Persephone ile

İkisi de zafere doğru giden yola çıkıldığını düşünerek

Gülümsediler birbirlerine.

‘’Sadece bana güvenin …’’ dedi Hades

‘’ Sadece güvenin ve bekleyin.’’

Sabırsızca kaldırdı başını Afrodit

‘’Asırlardır bekliyoruz zaten. Neyi beklediğimizi bilmeden

Sonsuz bir hayatın günlerini sayıyoruz anlamsızca.

Yaptığımız şey farklı değil söylediğinden.

Sana güvenmekse çok zor bir iş

Yeraltının hâkimi, bin bir düzen kurup insanları ölüme götüren,

Tanrı soyunu oyuna getiren Hades. Sana güvenmek çok zor bir iş.’’

‘’ Kadın haklı…’’ dedi, gözlerini Afrodit’e değdirmeden Ares.

‘’ Sana güvenmek için pek bir sebebimiz yok.’’

Bu gereğinden fazla uzayan konuşma canını sıkmıştı Hades’in,

Ancak razı etmeliydi bu iki inatçıyı. Yoluna devam etmeliydi intikama doğru

‘’Bence hiçte öyle değil…’’ dedi sakince.

‘’Güvenmelisiniz bana. Hem de ölesiye bir sadakatle güvenmeli ve inanmalısınız,

Zeus’un terk edilmiş lanetli çocukları. Hem özgürlüğünüzün,

Hem de mutluluğunuzun anahtarı ellerimde.’’

Özgürlük ve mutluluk…

Sonsuzluğa mahkûm edilmiş, unutulmuş tanrılar için daha cazip ne olabilir?

Ya da sonsuzluğun hayalini kuran faniler için.

Beklide tek ortak noktasıdır insanlar ve tanrıların,

Kendileri olmasa umudu bile bu iki sözcüğün.

‘’ Ne kaybedersiniz ki…’’ dedi Hades, yanına iyice sokulup

Koluna giren biricik karısı Peshephone’nin gülümseyen gözlerine bakarak

‘’Daha kötü ne olabilir? Üstelik bu sefer farklı.

Bu plan özel bir plan, öznesinde insan saklı.

Kral tanrı Zeus’un tek zaafı

Önce yaratıp sonra yok etmeye kıyamadığı

Onların mutluluğu için kendi kardeşlerini, kendi çocuklarını

Mutsuzluğa mahkûm ettiği insan…

Hadi, silkinin, binlerce yıllık ataletinizden kurtulun artık



Ve desteğinizi esirgemeyin benden

Alalım tekrar avuçlarımıza

Aslında bizim hakkımız olan bu koca evrenin hâkimiyetini.

Dönelim eski güzel günlere ve alalım intikamımızı

Ruhlarımızın hapsedildiği bu sonsuzluk zindanından.

Acele etmeyin karar vermekte.

Biliyorum bu bezginlikten sıyrılmak zor.

Acele etmeyin dostlarım

Önümüzde koca bir sonsuzluk var.’’

Persephone başıyla onayladı eşinin söylediklerini

Hoşnut kaldığı bu kısa nutuktan

Her halinden belliydi

Kendince son vuruşu yapmalıydı artık

İtinayla seçti dudaklarından dökülecek sözleri

‘’Onları biraz baş başa bırakalım değimli aşkım?

Binlerce yıllık hasret dile kolay

Konuşacakları çok şey olmalı

Hem de kavuşmalarına ramak kalmışken

Belki tazelenmesi gereken umutlar vardır

Beklide vakit kaybetmeden buluşmalı

Sabırsızca titreyen tanrısal dudakları.’’





‘’Beni nasıl bulacağınızı biliyorsunuz.’’ Dedi Hades

Sonra döndü yüzünü dehliz girişinin karanlığına

Persephone, her zaman yaptığı gibi eşlik etti eşine

Sükûnet ve inançla. İntikama doğru yolculuğunda

İki adım atmışlardı ki aklına bir şey gelmiş gibi aniden

Döndü yer altının tanrısı. Ve konuştu tekrar

‘’ Unutmayın sakın, artık bir umudumuz var.

Ve bir planımız. Kararınızı verin

Ya böyle devam edersiniz günden güne eriyerek sonsuz yolculuğunuza

Ya da dönersiniz eski ihtişamınıza.

Güvenin bana… Güvenin dostlarım.’’

Ve kayboldular geldikleri gibi ansızın

Arkalarında biraz kızgınlık

Biraz umut

Belki biraz da yoldan çıkmışlık bırakarak.



-----*-----
Altın sandaletlerini bağladı Zeus.


Altılıyı yatırmak lazımdı vakti geçmeden.

‘’Poseidon’dan tek istemek lazım’

Diye düşündü,

Ama vermezdi ki ihtiyar keçi

Sevmezdi atların yarıştırılmasını atları yarattığı günden beri.

Çözdü ayağından altın sandalları,

İnsan içinde altın sandal giyilmezdi.



Çakma Homeros



Bodrum 35 numaralı ganyan bayiinin üst katında, o gün koşulacak Adana koşusuna bağlanan umutlar açık pencerelerden dışarıya taşıyordu. Oturduğu sandalyenin çivileri kıçına batarcasına rahatsız hareketlerle, elini kolunu neresine koyacağını bilemeyen Naim’se, karşısında oturan yaşlı adamın ağzından çıkacak sözlere bağlamıştı tüm umudunu ve parasını. Yanlış anlaşılmasın, Naim at yarışından hazzetmezdi. Karşısında oturan baba tanrı Zeus ya da herkesin onu tanıdığı ismiyle ‘’ baba Zeki’’ ise tanrılık işlerini bıraktığı günden beri hastasıydı at yarışının. At yarışı olayının bu tahmin edilemez, edilse de bir işe yaramaz durumu hep çok ilgisini çekmişti. En sevdiği özlü sözlerden biri ‘’ At koşar, baht kazanır’’ olan Baba tanrı, tam kırk beş dakikadır Naim’i dinlemekten şişmiş bir vaziyette lafa giriş yaptı.

‘’ Peki, benden ne istiyosun yavrum? Anladık çok isteklisin. Paranı da biriktirdin. Ben ne yapa bilirim?’’

Naim, bir heyecan anlatmaya başladı.

‘’ Ya Zeki baba, iş sende biter. Bilmiyor muyuz seni. İki lafına bakar. ’Bizim oğlana’ diyecen, ‘halk plajını’ diyecen, Torbadakini, ‘veriverin’ diyecen.’’

Zeus, Naim’in bu işi kıvıramayacağını biliyordu. Zaten kıvırmasına da gerek yoktu aslında. İnsanoğlunun bu durumu baba tanrı için yeni bir şey değildi. Binlerce yıldır her şeyi isterdi bu insanlar. Ulaşabilecekleri, ulaşamayacakları her şey için dua eder, kurbanlar adar, tutturan çocuklar gibi yalvarırlardı. Naim ve Naim gibilere akıl dağıtma konusunda biraz eksik davranılmış olabilir miydi acaba.

‘’ tamam Naim.’’

Dedi baba Zeki. İçindeki mani olunamaz şefkat duygusuyla.

‘’ Tamam, çözeriz.’’

Sanki dünyaları bağışlamıştı karşısında oturan zavallı faniye. Sevinci, gözlerinden dışarıya fışkırıyordu Naim’in. Bu sahneye bakıp hangi tanrı mutlu olmazdı ki? ‘ Ah bir bilse’ diye düşündü Zeus. ‘ aslında nasıl büyük bir hata yapmak üzere olduğunu bir bilse’. Girdiği ticaretin bütün ailesinin mahvına sebep olacağını, atadan dededen kalma evinin bile elinden gideceğini. Sonra karısının çocukları da alıp onu terk edeceğini bilemezdi Naim. İşte tam da bu yüzden at yarışı gibiydi hayat. Bilinmezlik güzel ve heyecanlı kılıyordu at yarışını da, hayatı da.

Naim, ganyan bayiinin kapısından yıldırım gibi çıkarken, içeri girmek üzere olan Hermes’e öyle bir omuz attı ki binlerce yıldır yaptığı onca yolculukta başına bir ton iş gelen haberci tanrı neredeyse yere kapaklanıyordu. Hermes kan ter içinde Zeus’un karşısındaki Naim’den boşalan sandalyeye bırakıverdi kendini.

‘’ Baba vermişin ayarı yine garibana…’’

Diye gülümsedi Hermes, Naim’in çıktığı kapıya doğru bakarak. Önündeki altılı bülteninden başını kaldırmadan konuştu Zeus.

‘’ Benim bir şey vermeme gerek yok. Onlar gaza gelmeye hazır zaten. Sen onu boş ver, ne dedi?’’

‘’ Ne diyecek… Aynı. Bir ton küfür etti sana.’’

‘’ İyi o zaman. Demek ki keyfi yerinde. Ağzından bi kere alamadık ki işe yarar bir tüyo.’’

Dedi gülümseyerek Zeus. Hermes, biraz endişeli bir tonda,

‘’ Aslında…’’

Zeus, Hermes’in sesindeki endişeyi fark edince kafasını bültenden kaldırıp gözlerinin içine baktı Hermes’in.

‘’ Aslında ne?’’

Üzerine vazife olmayan işlere pek karışmazdı Hermes. Ama bu sefer canı sıkılmıştı duruma. Poseidon’un geçimsiz ve huysuz bir adam olduğunu herkesten iyi Hermes bilirdi. Denizlerin efendisi, yeri sallayan Poseidon’un üzgün olması ise alışılmadık bir durumdu.

‘’ Biraz üzgündü sanki…’’

Dedi çekinerek haberci. Zeus’un sol kaşı hafifçe yukarı kalktı.

‘’ Bizim koca reis?’’

Dedi. Diğerlerinin sezgileri üç kardeşinki kadar güçlü değildi. Üç büyüklerin arasında sanki görünmeyen bir bağ vardı. Üçkardeş Zeus, Poseidon, Hades. İyi ya da kötü olacakları diğerlerinden önce hissedip tahmin edebiliyorlardı. Son günlerde kendisinde ki huzursuzluğu ve sıkıntıyı, havaların aşırı sıcak gitmesine bağlamıştı Zeus. Poseidon da ki bu beklenmedik durumsa bütün olası senaryoları tekrar gözden geçirmesini gerektiriyordu. ‘ Dur bakalım çıkar kokusu’ diye geçirdi içinden.

Zeus’un kalkan kaşı, Hermes’e çok şey anlatıyordu. En azından endişesinin boş olmadığını anlamış olan haberci, konunun üzerine gitmenin ortamı daha fazla gereceğini bildiğinden konuyu değiştirme girişiminde bulundu.

‘’ Sen bir tek çıkardın mı bari?’’

Baba tanrının kafası mevzu ya fena takılmıştı, Hermes’i duymadı bile. Aklına gelen şeylerin başına gelmesinden korkuyordu Zeus. Tıpkı insanlar gibi onunda korkuları vardı. Ortamdaki hissedilir enerji dengesizliğinin tek sebebi, üç büyüklerden birinin zihnindeki negatif planlar olabilirdi ki bunu yapabilecek tanrılar listesi tek tanrıyla sınırlıydı. Olimpos tayfası toplam on iki, Zeus’u düş kaldı on bir, on tanesi zaten gözünün önündeydi.

Zeus’un dalgın dalgın az sonra yarışı yayınlayacak olan televizyona baktığını ve onu duymadığını gören Hermes,

‘’ Tek diyorum. Çıkardın mı?’’

Diye tekrar edince, Hermes’i fark etti kalkanlı tanrı Zeus.

‘’Aslında var bir tekim…’’

-----*-----

27 Ağustos 2010 Cuma

Hera onlara güzellik ve akıl vermişti


Tekmil kadınlara verdiğinden daha çok…

Homeros

Ocak üstünde çan çekişir gibi sesler çıkaran çaydanlığın, ağzından dışarı firar eden su buharı, fazla uzaklaşamadan havaya karışıp gözden kayboluyordu. Şadiye hanımın evinde toplanmış kadınlar, bu sahneye şahit olamıyorlardı çünkü hepsi ‘’Hayriye’’ adını kullanan Hera’nın etrafında toplanmış, onun hoş sohbetinden faydalanmaya çalışıyorlardı. Çay suyunun artık kaynamış olabileceğini, yılların deneyimi ve doğuştan gelen ev kadını hisleri sayesinde fark eden Şadiye hanım, salonda çene çalan kadınların arasında şöyle bir göz gezdirdikten sonra, ağzı açık laf dinleyen Aysel hanımın kızı Zeynep i gözüne kestirdi.

‘’Kalk bakiiim kız. Laf dinleme ayran ağızlı seni! Su kaynamıştır, koy bakalım çayı..’’

Genç kız kendine buyrulan görevden memnun olmamıştı tabi. Ama Şadiye hanım’ın öyle bir aurası vardı ki. Sadece, daha on beş inde olan bu kızcağız değil kırk beş-elli yaşında kadınları sustalı maymun gibi ayağa diki verirdi tek bir lafıyla yâda bakışıyla.

Genç kız, önce açık ağzını kapattı. Sonra istemeye istemeye yerinden kalktı. Mutfak tarafına doğru yollanmadan hemen önce Hayriye ( Hera) ile göz göze geldiler. Kızın yüzündeki, mecburen devinim mutsuzluğunu gören tanrıça,

‘’Hadi bakalım kızım, o güzel ellerinden bi çay içelim. Ben de bi soluklanayım. Bekliyorum sen gelince devam edicem’’

Dedi ve göz kırptı. Genç kızın yüzü birden aydınlandı. Az önce Şadiye hanımın buyruğuyla silinen, gülücükle karışık salak ifadesi bir anda geri döndü ince dudakları ve kanca burnuyla süslü suratına.

Hera, etrafında toplanmış ağzının içine bakan kadınlara çaktırmadan bir bakış attı. Binlerce yıldır aynı şeyi hatırlatırdı bu sahne tanrıçaya. Kümeste kuluçkaya yatmış tavuklar… Ne kümesin içinde ne olduğu umurlarındadır, ne de dışarıda olup bitenler. Ve gerçekten çıkardıkları sesler gıdaklamaya benzer. Hera kahkahasına mani olamadı. Kadın toplantılarında manasız kahkahalar alışıldık bir durum olduğundan kimse yadırgamadı bu durumu. Hatta birkaç kadın arkasından kahkaha atarak bu manasız duruma eşlik bile etti. Bu arada genç kız neredeyse ışık hızıyla mutfağa gidip çayı demlemişti bile.

Bu, tımarhaneyi aratmayan ortama katılmakta her zaman zorlanan tek kişi, Poseidon la yaşadığı gönül macerasından dolayı Hera’nın eltisi olan Medussaydı. Aslında, insanların arasında yaşamak zorunda kalan bu ölümsüz ucube takımının en kısmetsizi o sayılabilirdi. Diğerlerinin hiç birinde durumlarını açık edecek fiziksel bir arıza yokken, Medusa saç yerine kafasından fışkıran yılanları ve taşa çeviren ölümcül gözlerini her daim saklamak zorundaydı. Bu toplantıların neredeyse hepsinde, diğer kadınlar ortamda bir erkek olmamasına rağmen neden başörtüsünü çıkarmadığını sorar, o da açıklama yapmak zorunda kalırdı. Çoğu zaman, eltisi ve ahretliği Hera durumu toparlar, diğer kadınlara kaş göz eder konuyu kapatmalarını sağlardı. Kadınların arasındaki inanış, Medusa’nın ciddi bir saçkırandan dolayı saçlarını kaybettiği ve bu durumdan dolayı çok utandığı yönündeydi. Allahtan sürekli taktığı kolormatik camlı gözlüğü o kadar yadırganmazdı. Yaklaşık yarım saattir o kolormatik camların ardındaki ölümcül gözleri, pencerenin önündeki saksıda, sıcak esen rüzgârın ritmine uyan fesleğene takılı kalmış ve kim bilir hangi düşünceler geçmişti yılanlarla süslü kafasından. Hera’nın kahkahası, adeta sıkışıp kaldığı gerçek dünyaya döndürdü Medusayı. Ve bundan hiç memnun olmadı. Yalandan gülümsedi. Reflex haline gelmişti bu, hayal dünyasından her uyandırılışında yalandan gülümsemeye o kadar alışmıştı ki. Ve gerçekten gülmeyeli binlerce sene olmuştu.

‘’ Mediha hanım. Yine daldın gittin kim bilir nerelere…’’

Diye seslendi oturduğu yerden Şadiye Hanım. Bu ailenin karışık durumları, eskiden beri kafasını kurcalıyordu zaten. Orta yaşlı olduklarını söyleyen, fakat yinede taş gibi duran bu iki kadın, içten içe bütün mahalle karılarının sinirini bozuyordu. Ama bir yandan da hepsi haline şükrediyorlardı. Öyle ya, Mediha’da Hayriye’de bu güzel fiziklerine rağmen kocaları tarafından kapıya konmuş bahtsız kadınlardı mahallenin tüm kadınlarına göre. ‘’Demek ki güzellik bir yere kadar’’ diye böbürlenerek iç geçirdi Şadiye hanım. ‘’biraz da kadınlık lazım’’. Kendisi, üç çocuk doğurmuş ve ikinciden sonra bir fıçıyı andıran görüntüsüyle arzı endam etse de, kocasının gözdesiydi hala. Ya da o öyle sanıyordu. Kocasının asıl gözdesinin Milas pavyonuna yeni gelen Rus konsomatrislerden biri olduğunu bilse yıkılırdı herhalde.

Mediha ( Medusa), yavaşça Hayriye ( Hera) nin kulağına doğru eğilip

‘’ Abla kalkalım mı artık ‘’

Dedi. Adeta yalvarır bir tonda. Hera, Medusa’nın sıkıntısını ve başörtüsü nün altında belli belirsiz kımıldanmaya başlayan yılan saçlarının hareketini fark etmişti. Medusa’nın bacağına dostça ve şefkatle dokundu çaktırmadan. ‘’Merak etme’’ gibisinden baktı gözlerine. Hera, artık bir işe yaramasa da evliliğin ve kadın erkek ilişkisinin tanrıçası, hatta aralarında en kadın olan tanrıçaydı. Bütün erkekler kadın dendiği zaman Aphrodite’yi hayal ederlerdi ama sebebi onun erkeklerin istediği kadını temsil etmesi olmuştu hep. Bir zamanlar dünyadaki bütün kadınları idare etmişti Hera. Şimdi, şu bir avuç kadının karşısında geri vites yapmak ondan beklenecek bir hareket olamazdı.

Bu her şeye rağmen şen şakrak ev kadınları, evlilik için yanıp tutuşan genç kızlar, kocalarından dertli ve neye mal olursa olsun onları eve bağlamak için kıçlarını yırtan talihsizler. Onları onlardan daha iyi tanırdı Hera. İnatla tek bir adam için, o adamın aşkı için didinip durmanın ne demek olduğunu ondan daha iyi hangi fani kadın bilebilirdi.

‘’ Bakın hanımlar…’’

Dedi Hayriye (Hera) hanım. Ve Şadiye hanımın salonunu işkâl eden kadın sürüsü derin bir hayranlık ve merakla sessizce ağzının içine bakmaya başladı. Yaşlısı, orta yaşlısı, genci hepsi dudaklarından dökülecek tek harfi kaçırmamak için dikkat kesildi. Çünkü hepsi bilirdi Hyriye Hanım lafa böyle başladı mı, o sohbet tadından yenmezdi.

‘’Erkekler…’’

Dedi ne dediğini gayet iyi bilen bir edayla

‘’ Biz kadınların konforu ve rahatını sağlamak için yaratılmış varlıklardır.’’

Özellikle daha genç olanlardan usul bir kıkırdama duyuldu. Hayriye ciddi gözlerle süzdü bu kıkırdayan yeni yetmeleri. Hemen toparlandılar.

‘’Yoo… Hiç gülmeyin öğreneceksiniz zamanla. Hatta öğrenmezseniz yandınız demektir. Ve aslında işin en keyifli tarafı nedir biliyor musunuz kızlar? Onlar bunun farkında bile değildir.’’

Hera, lafını bitirince salondaki dişileri ciddi bakışlarıyla bir kere daha süzdü. Sonra bakışları yumuşadı ve öyle bir kahkaha koyuverdi ki sanki bütün kum bahçe mahallesi çınladı. Bu azametli kahkaha genci yaşlısı diğer kadınları da ateşledi ve neredeyse histerik bir ayin sahnesi gibi bütün salona yayıldı.

Bu, anlık yoğun östrojen ifrazatından kaynaklı orgazmsal kriz sona erdiğinde, Şadiye hanım gözlerinden akan yaşları silmeye ve gülmesine mani olmaya çalışarak.

‘’ Ay… Sen çok yaşa e mi Hayriye Hanım. Hiç güleceğim yoktu yani. Güya onlar bizim konforumuz için yaratılmış ama donlarını biz yıkıyoruz.’’

Şadiye hanımdan gaz alan ve yaptığı doğumlardan canı çıkmış yedi çocuklu diğer bir kadın atlıyı verdi muhabbete.

‘’ Çocuklarını biz doğuruyoruz.’’

Hayriye Hanım, ellerini kaldırdı ve ‘’sakin olun’’ der gibi bir bakışla kadın kısmını sakinleştirdi.

‘’ İşte en güzel tarafı da bu zaten. Dünyaya neden geldiklerinin bile farkında değiller. Erkekler… Ne tatlı ne zavallı yaratıklardır. Evinde bir erkek olan kadın kedi beslemez mesela. Çünkü ihtiyaç yoktur.’’

Kadınlar gülmelerini tutamadılar yine.

‘’ Sakın ha bu sözümden ‘’madem kedi erkeğin yerini dolduruyor o zaman kedi besleyelim erkekleri gönderelim’’ diye bir mana çıkarmasın kimse. Hangi kedi sizin, çocuklarınızın karnı doysun diye bütün gün çalışıp didinir. Başınızı sokacak bir eviniz olsun diye kendini paralar? Hiçbir kedi…’’

Mahallenin en güzel ve alımlı kızı Nurten dikkat kesilmiş, adeta Hayriye’nin yörüngesine girmiş gibi dinliyordu bütün söylediklerini. Hera da zaten bu sözlerin hepsini biraz da ona duyurmak için söylemişti. Hayriye hanıma göre Nurten’in gelinlik çağı gelmişti. Aslında, Nurten’in uzatmalı nişanlısı Murat’ın babası hakkın rahmetine kavuşmasaydı çoktan düğün işini bile neredeyse kendi eliyle halledecekti Hera. Ancak herkes, cenazenin üzerinden bir az vakit geçmesi konusunda hem fikirdi. ‘’ Eski güzel günler…’’ Diye içinden geçirdi Hera. Eski zamanlarda, insanların bu tarz durumlara bakışı farklıydı. Bir kadının ya da bir erkeğin babası ölünce, biriyle evlendirilmesi konusuna daha bir hız kazandırılır, bu konu bir an önce halledilmesi gereken bir sorun olarak görülürdü. Çoğu kez cenazeler ve düğünler birlikte organize edilmeliydi. İnsanlar sanki ölüme inat yapar gibi, yeni filizlenecek bir hayatın temellerini bir an önce atmak için acele ederlerdi. Bu Hades’in pek umurunda olmazdı ama insanlar kendilerini çok daha iyi hissederdi.

Hera’nın kedi hikâyesi, salondaki bütün kadınların ve kızların ve dulların yani kısaca bütün dişilerin çok hoşuna gitmişti. Salondaki hareketlilik Medusayı iyiden tedirgin olmasına sebep olmuştu. Elinin titremesini engellemeye çalışarak, sehpada duran çay bardağına ulaşmak için büyük bir çaba harcadı. Parmaklarıyla bardağı kavradı. Kolormatik camların arkasına gizlediği gözleriyle etrafını bir kolaçan etti. Salondaki dişilerin bu sinir bozukluğunu fark edip etmediklerini merak ediyordu. Kimsenin onla ilgilenmediğinden emin olmak biraz olsun rahatlamasına sebep oldu. Bardağı yavaşça altındaki tabaktan ayırdı, dudaklarına doğru yaklaştırmaya başladı. Elindeki titreme o kadar şiddetliydi ki çayı dökmemek için büyük çaba harcıyordu. Tam bardakla dudakları buluşmak üzereydi ki… işte o an olan oldu. Şadiye hanımın gıcık ve her zamanki gibi o sorgulayıcı tonuyla sinir bozan sesi duyuldu. Salondaki sesi bastırmak istercesine yüksek perdeden Medusa’nın kulaklarına adeta tecavüz etmişti Şadiye’nin sesi.

‘’ Mediha hanım, sen ne dersin bu işe…’’

Daha Şadiye’nin sözü sonlanmadan, Mediha yerinden öyle bir sıçrayış sıçradı ki. Görülmeye değerdi doğrusu. Dudaklarıyla buluşturamadığı bardağın içindeki çay olduğu gibi göğsünden aşağı süzülürken, Medusa’nın topuklarından beynine doğru yüksek ısıda cıva yürümeye başladı sanki. Bir an gözlerini kapadı, derin bir nefes aldı. Elinde sıkıca tuttuğu bardak çatırdayarak yüzlerce parçaya ayrıldı. Zaman, salonun içindeki sessizlikle beraber havada asılı kaldı bir an. Medusa, sihirli bir dokunuşla canlanıp ayağa kalkan bir dağ gibi yavaşça doğruldu oturduğu yerde. Kendi nefes alışından başka hiçbir şey duymuyordu. Parmakları yavaşça baş örtüsünün düğümünü kavradı. Sert bir hareketle başörtüsünü fırlatıp attı. Başını süsleyen kadim dostları engerekler, özgürlüğe koşan başörtüsü mahkumları, dört bir yana fırlayan oklar gibi yetişe bildikleri en uzak noktaya kadar ileri atıldılar. Daha o saniye dişlerinden saçılan zehirler en yakındaki birkaç kadında kezzap etkisi yapmıştı bile. Bütün salon bir panik dalgasıyla çalkalanıyordu. Gördükleri bu doğa üstü tablo karşısında kadınlar çığlık çığlığa, bir birlerinin üzerine basarak umutsuzca kaçışmaya çalışıyorlardı. Medusa, bu kez parmaklarıyla gözlüğünü kavradı yavaşça. Çok yavaş ve yıllardır intikam duygusuyla beklediği o anın hazzını çıkartarak, ölümcül gözlerle fanilerin arasındaki tek engeli ortadan kaldırdı. Artık son bir hareket kalmıştı yapması gereken. Ateş saçan gözlerini açmak ve bin yıllar sonra ilk kez gerçekten dünyaya şöyle bir bakmak.

Hera’nın narin ve bir o kadar şefkatli parmakları, Medusa’nın bileğini kavradı. Sonra derinden Nurten’in sesini duydu Medusa.

‘’ Allah, yandı kadın cağız. Abla iyi misin?’’

İşte tekrar gerçeğin soğuk ve tatsız kokusu gelmişti Medusa’nın burnuna. Elindeki bardağı sehpanın üzerine koyarken,

‘’ İyiyim iyi… Yok, bir şey tamam.’’

Diye bildi sadece. Az önce düşündüklerini yapamamıştı tabii ki. Ama keşke yapa bilseydi.

‘’ Ben bir banyoya kadar gideyim. İyiyim iyiyim yok bişey.’’

Yerinden kalkıp banyoya doğru giderken bir an durdu, Hera’nın gözlerine baktı yalvaran bir ifadeyle.

‘’ Abla… kalkalım mı artık…?’’

-----*-----

8 Ağustos 2010 Pazar

Böyle dedi, yığdı bulutları üst üste


Bir anda allak bullak etti denizi,

Üçlü yabasını tutuyordu elinde,

Salıverdi çeşitli yellerin kasırgasını tekmil,

Toprağı, denizi kapladı bulutlarla,

Karanlık boşandı göklerden,

Euros'la Notos ve uluyan Zephyros,

Ve koca dalgalarla açık gökten kopan Boreas

Estiler dört bir yandan boğuşa boğuşa.



Homeros



Bu mevsimde hep böyle çarşaf gibi olurdu Torba limanı, sabahın bu saatlerinde. Torba koyunda evi olan, aslında pekte sakin olmayan Torba sakinleri, daha sezon tam açılmadan ufak ufak işgale başlarlardı. Balıkçı barınağının harbiden sakinleri için sıkıntılı zamanların habercisiydi bu yavaştan hareketlenme durumu. Bütün kış, öküz gibi yan gelip yatan tatilci tayfası, nedense sanki adetmiş gibi her sabah (sabah dediğime bakmayın aslında kimileri için günün yarısı)'' hadi limana kadar bir sabah yürüyüşü yapalım'' olayına girişir, bu yetmezmiş gibi ''ben buradaki herkesi tanırım,her sabah balıkçılarla sohbet ederim'' triplerine kafadan dalarlardı. E bu durum da Torba'nın gerçek sakinlerinde belirgin bir sıkıntıya sebep oluyordu haliyle. Ama nazik insanlardı Torba'nın gerçek sakinleri. Her gün ful eşofman ve kulaklıklı müzik dinleme ekipmanlarını kuşanıp, limanı ziyarete gelen bu şehirli züppe tayfasına, en az onlar kadar sahtekârca sabah sohbetlerini sunardı Torba'nın gerçek sakinleri. ''Dayı'' hariç...

Ters adamdı bu ''Dayı''. Öyle yalandan '' günaydııın... Rast gelsin.'' lere pek pabuç bırakmazdı. Iyi günündeyse eğer, hafiften başıyla bir selam verip savuştururdu. Iyi gününde değilse, oralı bile olmazdı. Nereli olduğunu da kimse bilmezdi zaten ''dayı'' nın. Yüzündeki heybetli bembeyaz sakalı, kıvırcık uzunca saçları, yaşına rağmen (ki aslında yaşını da kimse bilmezdi) babayiğit dimdik yürüyüşü ve fiziğiyle ,kendine has karizmatik bir duruşu vardı '' dayı '' nın. Yüzündeki hüzün, birkaç bin yıldır tanrılık yapamayan, elini eteğini çekmiş eski bir tanrı oluşundandı. Ama kimse bilmezdi '' dayı'' nın Poseidon olduğunu aslında.

Bacaklarının arasındaki ağ yığınına şöyle bir baktı alçak taburesinde oturan Poseidon Dayı. Ağzındaki ateşi filtreye gelip çatmış sigaranın ucuna yenisini ekledi. ''Bu gün bi terslik var'' diye düşündü. Evet, bu gün bi terslik vardı ama ne olduğu konusunda en ufak bir fikri yoktu. Tam bu sırada, mendireğe doğru yaldır yaldır sabah yürüyüşü yapan, memeleri kendilerinden bağımsız hareket halinde iki bayanın yaklaşmakta olduğunu gördü. Hemen çok meşgulmüş gibi davranması gerektiğini bilecek kadar antrenmanlıydı kendine balıkçı süsü vermiş tanrı. Ama kadınlar da sabah yürüyüşü sohbeti eziyeti konusunda uzmandı.

'' Merhabalar. Kolay gelsin.''

Diye gelişine konuya girdi, memeleri daha büyük olan. Bu tufaya gelmemekte kararlıydı Poseidon Dayı. Gözlerini didiklediği ağ dan ayırmadan, başını hafifçe sallayarak kendince karşılık verdi. Hatun kişi bu hareketten asla tatmin olmamıştı. Ve kanırtmaya kararlıydı.

'' Deniz bu sabah çok güzel.''

Dedi, muhabbet sever koca memeli hanım. Poseidon Dayı, önce bi ya sabır çekip bulaşmamayı düşündü, sonra birden gıcık oldu bu duruma ve bulaşmaya karar verdi. Öyle ya bulaşma bulaşma nereye kadar. Yavaşça başını kaldırdı, karşısında vakti gelmiş kısrak gibi devinip duran kadınlara baktı küçümseyerek.

''Deniz bu sabah güzel değil. Aslında deniz epeydir bom bok. Siz bilmem ne marka fayans döşeli helâlarınızda her sifonu çektiğinizde daha da bom bok oluyo. Pandora denen kaltak dayanamayıp kutuyu açtığından beri iyi giden bişey yok sizin dünyanızda ama sizin pek sikinizde değil.''

Bu kısa ve özlü fırçanın bitmesiyle, kadınların ikisi birden sanki kararlaştırılmış bir hareketmiş gibi anında tornistan edip geldikleri yöne doğru ve sanki daha hızlı adımlarla uzaklaşmaya başladılar. Dönüp giderken yalandan bir gülümsemeyle

''peki, o zaman size kolay gelsin''

Demeyi ihmal etmeden tabiî ki. Daha birkaç metre uzaklaşmadan, iki kadın da bu yaşlı adamın fazlasıyla agresif ve ahlaksız olduğu konusunda fikir birliğine varmışlardı.

Az da olsa bir rahatlama hissetmişti Poseidon Dayı. Elinde kurcaladığı ağa baktı,''napıyorum lan ben'' diye geçirdi içinden. Bıraktı ağı olduğu yerde, kalktı. Kayığa doğru yürüdü iki adım. Kayıktan şarabı aldı, dikledi bir gayret. Yarılandı şişe. Yok yok bugün bir terslik vardı. Ortada ciddi bir yanlış vardı. Çok kolay koy vermişlerdi bu dünyanın yularını. Çok çabuk pes etmişlerdi hep beraber. Kaderlerini kendi ellerine bırakırsan, hem kendi kaderlerinin hem bu güzelim dünyanın içine böyle sıçardı işte bu insan denen mahlûkat.

Torba dolmuşu, her zamanki gibi insanı sinir eden ağar aksak haliyle uzun rotasın tamamlayıp, limanın girişindeki barakanın önünde durdu. Tanrısal hareketler yasaklandığından beri, insanlar gibi seyahat etmek zorunda kalan Hermes, açılan otomatik kapıdan kan ter içinde indi. Hareketsiz geçen bin yıllar tanrıların habercisinde bariz bir hamlığa sebep olmuştu. Hafiften göbek yapmış haberci tanrı, olduğu yerden etrafa bir göz gezdirince, elinde yarılanmış şişesiyle kayığın yanında dikilen Poseidon'u gördü. Eski günlerden kalma bir sıcaklık hissetti. Poseidon'u severdi Hermes. Cep telefonu kullanmazdı denizlerin tanrısı. Ve her zaman ikram edecek şarabı olurdu kayığında. Eskiden olduğu gibi altından değildi elbiseleri. Kıçında rengi solmuş bir şort, üzerinde lekeli bir atletle idare ediyordu. Bronz toynaklı, altın yeleli atların çektiği savaş arabasıyla köpürtmüyordu denizleri belki ama, bu kıçı kırık kayık da iş görüyordu işte eni konu. '' zaten tanrılık öyle şekille şombalakla olmaz'' diye düşündü Hermes. Ezelden beri gıcık olurdu zaten böyle gösterişli durumlara. Görev adamıydı o, iş bitiriciydi.

Bunları düşünerek Poseidon 'a doğru yürürken, halen elinde şişeyle heykel gibi dikilen ''dayı'' nın, yüzündeki buruşuk ifadeyi fark etti kurnaz haberci.

'' Ne o, babalanmışsın yine.''

diye seslendi yanına yaklaşırken.

''gel gel, bi sen eksiktin. Sen de geldin takım tamamlandı. Tekavüt tanrılar takımı, işe yaramaz ıskartalar karması. Ne dersen de artık.''

dedi, canı fazlasıyla sıkkın olan Poseidon.

-----*-----

4 Ağustos 2010 Çarşamba

En iğrendiğim tanrısın sen,


Hep hırgür, kavga, savaş işin gücün

Ele avuca sığmaz huysuzluğun, biliyorum,

Anandan gelme sana, Hera'dan...

Homeros



Patlak dudağından ağzına sızan kan, ağzının içinde diğer vücut sıvılarıyla karışmış, havayla temas edince iyice koyulaşmıştı. Şimdi de beyaz gömleğinin yakasına damlamakla damlamamak arasında gidip geliyordu. Elinin tersiyle, yüzünün her yerinden sızan, artık kan olmaktan çıkmış acayip sıvıyı silmek için, müthiş bir istek duydu içinde Hikmet. Ama ne yazık ki elleri arkasından bağlanmıştı. Oturtulduğu sandalye koltuk karışımı şeyi gıcırdatarak hareket edince hissettiği acıdan, omzunun yerinden çıkmış, kolunun da bilek kısmının az üzerinden kırılmış olduğunu anladı. Bu kırık ve çıkık, hasar raporuna bu sabah işlenmiş olmalıydı. Dünkü seansta, bütün parmaklarının teker teker kırılışını izlemişti. İlk üç parmaktan sonra, çekiç sanki başkasının parmaklarının üzerine inip kalkıyormuş, kendiside bu olaya seyirci oluyormuş gibi gelmişti ona. Birden hiç acı hissetmemesine şaşırdı Hikmet

''ulan insan her şeye alışıyor be...!''

Diye geçirdi içinden. Göz kapağında oluşan içi kan dolu devasa torbadan dolayı, Sağ gözü üç gün önce kapanmıştı. Sol gözünü hafifçe araladı. Önce hafif bulanık, sonra yavaş yavaş netleşen görüşüyle etrafına bakındı. En son bayıldığından bu yana, manzarada pek değişiklik olmamıştı. Hala aynı depomsu, metruk, bodrum katı olduğunu sandığı yerdeydi.

Ares, sandalyede bağlı ölümle yaşam arasındaki ince çizgide cambazlık yapan zavallı Hikmet'e boka bakar gibi baktı. Dört gündür oynadığı bu oyun artık kabak tadı vermeye başlamıştı. İnsan denen bu zavallı yaratıklar, savaş ve karışıklık konusunda ustalık kazandıkları için, uzun zamandır içindeki kan isteğini böyle küçük oyunlarla bastırmaya çalışıyordu. Ama derinlerde bir yerde, o uğruna büyük kıyımların yapıldığı eski güzel günlere özlem duymaktan kendini alamıyordu. Eskinin azametli savaş tanrısı, sandalyede yığılı duran, Hikmet adındaki et yığınına bakarken, tiksinmeyle kırışık küçükte olsa bir hayranlık hissetti. Yok olmanın eşiğindeki bu zavallı faninin hiçliğin eşiğindeyken bu kayıtsızlığı, neredeyse saygısını kazanmak üzereydi. Tanrı tayfası öylemiydi ya... Kendini ve diğerlerini düşündü. Yok olmamak için her türlü puştluğu yapardı tanrılar. Bin türlü entrika, bin türlü yalan dolan. Ne için? Artık hiçbir boka yaramayan zavallı varlıklarını sürdürebilmek için. Yine de tiksiniyordu insanlardan. Babası Zeus'un, öz oğlu olan kendisini açıkça lanetlerken, insanları bu kadar sevmesinden hep nefret etmişti.

Efkârlandı savaş tanrısı. Ne var, tanrılar efkârlanamazımıydı yani. Yanında, siyah takım elbisesiyle hareketsiz ayakta duran sadık adamı İlyas’a yalandan bir şefkatle baktı.

''Bağla bakalım bi cıgara''

Dedi gülümseyerek. Bir İlyas'ı severdi bu boktan yaratıkların arasında. Ya da sever gibi yapardı. Öyle ya, tanrı dediğin kendisinden başka kimseyi sevmemeliydi. İlyas, görev bilinciyle iç cebinden bir uzun marlboro paketi çıkardı, içinden bir dal sigara takdim etti ağbisine. Ares abisinin gerçek adını bilmezdi İlyas. Önemlide değildi zaten. Bu alemde Yiğit namıyla var olurdu. Ares abisinin gerçek adının Ares olduğunu bilseydi İlyas, bunu da önemsemezdi zaten. İsimlerin pek önemi yoktu İlyas için. Mesela, Hikmet isminin hiç bir önemi yoktu. Kimi neden dövdüğünü ya da kimi neden vurduğunu bilmezdi İlyas. Sonu ''lavuk'' la biten sıfat tamlamalarıydı onun için bütün bu adamlar. Sandalye deki, kır saçlı, beyaz gömlekli, haddinden fazla delikanlı çıkan ''lavuk''a baktı. Ares, İlyas'ın gözündeki acıma ifadesini fark etmekte gecikmedi. Savaş tanrısı, gayriihtiyarî adamının baktığı yere çevirdi bakışlarını. Tam bu sırada, iki adamın da kendisine baktığını hisseden Hikmet, ilk kez konuşma ihtiyacı hissetti. Bütün gücünü toplayarak, zorla konuşabildi.

''Aga... Niye dövüyosunuz bilmiyorum. Kimsiniz...bilmiyorum. Dört gündür bişey sormadınız bişey istemediniz... her gün, ya bugün ölürüm, ya bırakırlar dedim namusumla sopa yedim. Ama insafınızı sikiim yeter artık yaa... ya atın beni devlet hastanesinin kapısına yada öldürün bitsin amına koyiim... Ne biçim insansınız siz...''

Kendisi de şaşırdı bu kadar uzun konuşabilmesine. Ares'in gözünden çıkan ateşi görünce, ''keşke bu kadar küfürlü konuşmasaydım'' diye düşünmekten alamadı kendini.

Ares, sigaradan son bir nefes çekti, yavaşça yere attı sonra özenle ayağıyla söndürdü sigarayı. Üzerindeki siyah gömleğin yakalarını düzeltti, İlyas'a baktı. Tekrar aynı yalandan şefkat ifadesiyle gülümsedi. Sonra olduğu yerden öyle bir süratle sıçradı ki, Arse'in buna benzer kimi şovlarına alışık olan İlyas bile şaşırdı. Bir süre, avının üzerine atılan bir kartal gibi havada asılı kaldı sanki. Hikmet, Matrix filmini izlemiş olsa bu sahneyi çok net hatırlardı. Ama Hikmet sinemaya pek meraklı değildi. Tam bu sırada, Ares'in iki bileğinden, sustası kendinden ve Olimpos çeliğinden iki kısa kılıç çıkıverdi. Göz açıp kapayana kadar Ares, Hikmet'in bağlı olduğu iskemlenin kolçaklarına konmuştu bile. Bileklerinden çıkan kılıçları, tam hikmetin gırtlağında çapraz kesiş pozisyonuna getirmiş, burnu neredeyse Hikmetin burnuna değmek üzere olduğu halde nefretle tısladı.

''Ne insanı lan. Sen benle taşşakmı geçiyosun?''

Hikmet dudaklarından dökülen o anlamlı kelimeye mani olamadı.

''hassiktir...''

Çok kısa süren sessizliği İlyas'ın davudi sesi bozdu.

''Abi, arkadaş sıçtı.''

Ares, bir insanoğlunun yüreğine korku salmanın hazzıyla tekrar tısladı.

''Sıçacak tabi İlyas'ım. Bize misafir olup korkudan sıçmayana rastladın mı?''

''Yok abi... gerçek anlamda sıçtı arkadaş. Oradan inerken ayakkabıya dikkat et bulaşmasın diye söyledim.''

Ares, kokuyu almıştı. Tiksintisi o kadar artmıştı ki bu insan denen yaratığa, babasının bu aciz varlıklara duyduğu sevgiyi anlamakta her zamankinden daha çok zorlanıyordu. Parmağıyla Hikmet'in patlak dudağına bastırdı.

''Bu sefer umutlanmıştım biliyor musun?''

Dedi acımayla karışık ve yavşakça dalga geçer bir ifadeyle.

''Neredeyse, tanrı kanı taşımayan basit sıradan bir insanın cesaretine ve dayanıklılığına saygı duymak üzereydim. Biraz daha tutabilseydin çeneni seni serbest bırakmayı bile düşünebilirdim. Yazık.''

Ares'in bileklerinden çıkan kılıçlar, çıktıkları gibi bir anda yerlerine girdiler. Ares yerdeki boka basmamak için özen göstererek dikkatlice indi tünediği yerden. Ellerini silkeledi. Yüzündeki tiksinme ifadesi birkaç yüzyıl öyle kalacak gibiydi adeta.

''Delikanlı arıyorum, delikanlı...''

Dedi içten içe umutsuzluğu büyüyen savaş tanrısı Ares.

''Nedenini, niçin ini bilmeden sadece savaşmak için savaşacak ve sadece tanrılar istediği için ölecek,ölümün karşısında dimdik durup kendini kucaklamasını zevkle seyredecek,Hades'in krallığına onuruyla girecek taşşaklı bir delikanlı arıyorum.''

diye haykırdı elinde olmadan. Kısa süren sessizlikte kendini çok yalnız hissetti eski zamanın güçlü tanrısı. Bu sefer sessizliği cep telefonuna gelen mesajı bildiren melodi bozdu. Mehteran bölüğünün hücum marşı ayarlanmıştı yukarıdan gelen mesajları bildirmek üzere. Ares'in yüzündeki ifade, tiksinmeden merak ifadesine dönüştü yumuşak bir geçişle. Yukarıdan pek mesaj gelmezdi öyle pek. Gelirse de hayra alamet olmazdı. İlyas büyük bir saygıyla çıkardı iç cebinden ''abi'' sinin telefonunu.

''Abi sizin telefon... Mesaj diyo...''

Ares, parmaklarıyla ''getir bakalım '' gibisinden bir işaret yaptı. Telefon'un ekranın da gizli numaradan bir mesaj geldiğine dair bir uyarı vardı. Sakince telefona mesajı açması için komut verdi. Sadece rakamla bir yazıyordu ekranda. Telefon, anında kırmızı renkli bir alevle buharlaştı. Ares, Hikmete doğru yarım dönerek, omzunun üzerinden şöyle bir baktı.

''Var mı öyle bir delikanlı Hikmet...?''

Hikmet, artık hem mecaz anlamda hem de gerçek anlamda sıçmış olmanın verdiği rahatlıkla son giderini yaptı savaş tanrısı olduğunu bilmediği savaş tanrısına.

''Son delikanlılar Çanakkale de öldü aga...''

Ares'in hoşuna gitti bu laf. Truva’yı hatırladı. En büyük eseriydi efsanevi savaş. Ironikti evet ama o coğrafyanın son delikanlılara karşı bir gıcığı olmalıydı.

Duvara yaslanmış duran tesisat burusuna takıldı gözü. Ebatları eski zamanlarda kullandığı mızrakla neredeyse aynıydı. Bu son gider'i yapan delikanlı Hikmet, eski zamanın en delikanlılarından Hektor gibi ölmeyi hak etmişti en azından. Bir sıçrayışta kaptı boruyu dayalı durduğu duvardan. Sonra şiir gibi bir dönüşle, tek adımda Hikmet'e giden yolu yarıladı Ares. Son bir sıçrayışla Hikmet'in üzerinden geçerken yıldırım gibi saplayıverdi boruyu köprücük kemiğinin boynuyla birleştiği oyuktan. Boru, önce Hikmeti delip geçti boylu boyunca sonra sandalyeyi parçalayıp yere saplandı. Öylece kaldı içinden boru geçen Hikmet. Hikmet Truva filmini seyretmiş olsa bu sahneyi çok net hatırlardı. Ama dedik ya sinemaya pek meraklı sayılmazdı.

-----*-----

1 Ağustos 2010 Pazar

Garson Rıza, anlamazdı antik tanrıçalardan, onların gül goncasını andıran dudaklarından falan ama... Anlardı karıdan. Mani olamadı ölümlü azından dışarı tıslayan düşünce ifrazatına, mojito ya doğru giderken.


'' Güzel karı be... Bu insansa ben hayvanım aga.''

Deyiverdi fanilere özgü bir salaklıkla. Cümlenin yarısına kadar, bu düşünce ifrazatının zavallı dudaklarından dışarı döküldüğünü fark edemedi bile.Allahtan kendince iltifat ettiği kişinin onun bu öküzlüğünü fark edebileceğini hesap edecek kadar zeki(!) bir garsondu Rıza. Belki de bu sebepten, cümlenin yarısından sonra seğirtmesi koşmaya dönüştü. Adeta, bara ışınladı kendini iltifat şinas garson Rıza. Tabii ki, Rıza'nın sözlerini duymuştu Aphrodite. Sesini ayarlayamamıştı öküz Rıza. Tanrıçalar öyle her fani dangalaklığa karşılık vermezlerdi.

Gözleri karşıdaki İstanköy adasını yavaşça okşadı, insanların sayıca daha az olduğu o güzel günleri düşündü iç geçirerek. Sayıca daha az ama daha cesur, daha romantik, daha yiğit oldukları o eski güzel günleri. İçten içe onlara özendiği zamanlar bile olmuştu güzelliğin sembolü olan bu kusursuz tanrıçanın. Ama hiç belli etmemişti. Birkaç çobanla fingirdemişti, birkaç zavallıyı kendine âşık edip delirtmişti, yaşanan kimi magazinsel mevzular, önce ayyuka sonra büyük patronun ofis gibi kullandığı Olimpos'a kadar çıkmıştı mani olunamaz bir şekilde. Ama bu işlerin ceremesini hep zavallı insanlar çekmişti, severek isteyerek hatta neredeyse gönüllü katlanmışlardı bir tanrıçaya dokunmanın ebedi cezalarına. İçten içe bilirdi insanlar, raconun böyle olduğunu; Tanrıların günahlarını kullar öder. Çünkü tanrılar, günahlarına mutlaka ölümlüleri ortak eder.

Bar'a ulaşmış, içkinin hazırlanmasını beklerken, barmen Hüseyin İle hala kendi hakkında geyik çeviren Rızayı şöyle bir alıcı gözüyle süzdü Aphrodite. Nerede eskinin o mermer heykelleri andıran atletik görünümlü çobanları, nerede Rıza. Kıllı cılız kolları ve bacakları, esmer ötesi bir ten, daracık omuzlar, küçük kafasında sonradan eklenmiş gibi duran iki adet gözle Rıza, insandan çok bir satyr'i andırıyordu. Aslında Rıza, şehvet ve cinsel açlık açısından bir satyr den geri kalmazdı. Aphrodite, Rıza'nın küçük kafasında iki adet minik boynuz, kuyruk sokumunda da durmadan titreyen bir keçi kuyruğu hayal etti ve bu hayal hınzırca gülümsemesine neden oldu. Eski zamanlar olsa, hiç beklemez Rızaya bu güzelliği yapardı. Ama ne yazık ki eski zamanlara ait bu gibi büyülerin yapılması, komisyon kararıyla epeydir yasaklanmıştı.

Ne başına gelebileceklerden, nede bunları önleyen komisyon kararından haberi olmayan Rıza, barmen Hüseyin'le, Aphrodite ablanın Banu Alkan'dan daha güzel olduğu ancak neden kendine ısrarla Aphrodite denmesinde ısrar ettiğini bir türlü anlamadığı konusunda gereğinden salakça bir geyik döndürmekteydi. Rıza'dan daha entelektüel olduğunu söyleyebileceğimiz Hüseyin bile zorlanmaktaydı bu ızdıraba meyilli muhabbet karşısında.

''Olum, mal mısın sen? Ne alakası var Aphrodite İle Banu Alkan'ın?''

Dedi Hüseyin.

''Ne demek 'ne alakası var?' abicim. Kadının filmi var Aphrodite diye. Sen 'ne alakası var?' diyosun''

Diyerek yanıtladı engin sinema bilgisiyle Rıza.

''Olum ondan öncesi var. Aphrodite, binlerce yıl önce yaşamış(!) bir tanrıça tamam mı’’?

Deyince Hüseyin, iyiden salaklaştı Rıza.

''Tanrıça mı?''

''Tanrıça tabi. Yani kadın tanrı...''

''Töbe estağfurullah töbe töbe... abi çarpılacaz sayende öğlen vakti. Güneş bizim beynimize geçiyo sen burda mallaşıyosun. Kadında tanrı mı olurmuş yaa...''

dedi Rıza mojitoyu servis tepsisine koyarken en dindar haliyle.

Güzel tanrıça'nın bu dialoğu ne kadar eğlenceli bulduğunu fark edememişti ikisi de. Onlar göre, şezlong ta yatan kadın kendi kendine kikirdemişti o kadar. Tam bu sırada Aphrodite'in I pohone u, Apollon'dan rica edip kaydettiği lir sesiyle bir mesaj aldığına dair haber verdi. Yukarıdan bir mesaj geldiğinde ya da, yukarıdan birileri aradığında böyle çalması için ayarlanmıştı telefon ve bu sık sık olan bir hadise değildi. Rıza da duymuştu Apollon'un melodisini. Hüseyin'e döndü alay ederek;

''Vahiy geldi senin kadın tanrıya''

Dedi yavşakça sırıtarak ve şezlonga yöneldi eli tepsili fani garson.

Aphrodite, şeffaf büyük plaj çantasından telefonu aldı merakla. Ekranda mesajı olduğunu gösteren İngilizce uyarıya baktı,içinden hayırdır diye geçirdi.Mesajı okumak için komut verdi tuşla. Gizi numara. ''Bu teknoloji büyük kolaylık'' diye düşündü. Eskiden olsaydı Hermes gelirdi soluk soluğa, Zeus'un habercisi sıfatıyla, şiirsel bir şeyler söylerdi çoğunlukla anlaşılmaz, sonra hadi bakalım ver elini Olimpos mecburen. Tam okumak üzere mesajı açacakken Rıza'nın gıcık sesi ile irkildi Aphrodite.

''Abl...''

Mani olamadı sağ elinin yukarı kalkmasına ve içinden sus düşüncesinin geçmesine. Rıza anlamadı ne olduğunu ama bir terslik vardı. İstese de sesi çıkamıyordu. Gırtlağında bir sorun vardı sanki. Boş olan elini boğazına götürdü, yutkundu, denedi yok beceremedi ses çıkarmayı. Aphrodite, ilgilenmedi bile arkasında neredeyse kendiyle boğuşan, gözleri fal taşı gibi açılmış garsonla. Telefon'un ekranına kilitlendi. Mesaj açılınca gördüğü şey çok anlamlıydı. Sadece, rakkamla bir yazmaktaydı ekranda. Bu konseyin aldığı karara göre acil durum prosedürünün ilk adımıydı. Çok önemli bir konu olduğunu hemen anladı. Bakışlarını telefondan kaldırdı, endişelenmişti fakat belli etmemeye çalıştı. Arkasında debelenen Rızayı hatırladı birden. Tekrar kaldırdı elini bu kez nazikçe saçına götürdü belli etmemek için. Rıza çözüldü, dile geldi tekrar. Haykırdı aniden içinden bir şey çıkarır gibi.

''...la mojitonuz hazır.!!''

Kendi ve bütün Cafe Delmar sahili sıçradı adeta. Nazikçe gönlünü almaya çalışan Aphrodite'in sesi herkesi sakinleştirdi.

''Canım beklettim kusura bakma. Önemli bi konu vardı da''

Diye toparladı Aphrodite, telefonu göstererek. Rıza, az önceki olayın şaşkınlığı ve yeniden sesini duymanın mutluluğuyla karışık cevap vermeye çalıştı.

''Yok, abla ne demek... Vazifemiz...''

bardağı sehpaya alel acele bıraktı, koşar adım uzaklaştı bara doğru.

Güzel tanrıça'nın biran önce toparlanıp en yakınındaki toplanma noktasına, ki bu toplanma noktası eğer varsa yakınlardaki bir Zeus tapınağı olurdu,eğer yakınlarda bir tapınak yoksa en yakındaki antik harabenin olduğu yer gitmesi gerekmekteydi. Havlusunu şezlongdan kaldırdı, az önce Hüseyin yüzünden çarpılma tehlikesi geçirdiğine inancı tam, barmeni dövme planları yapan Rıza dan, hesap istediğini belirten bir el hareketi yaptı. Aphrodite'in haala parmaklarının arasında tuttuğu telefon, önce yavaşça soğudu, sonra mavi bir alev çıkararak buharlaştı.

-----*-----
   Suya dokundu Aphrodite'in parmakları. Parmak uçlarındaki damlalarla, alnını serinletti sonra. Doğduğu günü hatırladı birden. Narin ayaklarının, Kıbrıs kıyılarında toprakla ilk öpüştüğü günü hatırladı. Tuzlu, berrak damlaların, sarı uzun saçlarından yumuşacık kumlara damlamasını hatırladı. Arkasında, yarım saattir elinde tepsi dikilip kalçalarını kesen garson Rıza'nın sesiyle, susuzluğunu hatırladı sonra.


'' Abla, bi ihtiyaç var mı?''

Gülümsedi yavaşça tanrıçasal dudaklar ve açılan gül goncaları gibi ürkek aralandı.

'' Bir mojito fena olmaz, şöyle bol buzlu...''
Dalgalı denize atar atmaz onları,


Gittiler engine doğru uzun zaman.

Ak köpükler çıkıyordu tanrısal uzuvdan:

Bir kız türeyiverdi bu ak köpükten.

Önce kutsal Kythera'ya uğradı bu kız,

Oradan da denizle çevrili Kıbrıs'a gitti.

Orada karaya çıktı güzeller güzeli tanrıça,

Yürüdükçe yeşil çimenler fışkırıyordu

Narin ayaklarının bastığı yerden.

Aphrodite dediler ona tanrılar ve insanlar,

Bir köpükten doğduğu için.

Hesiodos